T.C. Mİllî Eğİtİm BakanlIğI
İSTANBUL / BAHÇELİEVLER - Ali Haydar Günver İlkokulu

Eğitimde İyi Örnekler "Ezgileşen Hikayeler" Sergilenmeye ve Ödül Almaya Hak Kazanmış ve İl Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Doç. Dr. Murat Mücahit YENTÜR tarafından ödülü taktim edilmiştir.

2023-2024 Eğitim Öğretim Yılı Eğitimde İyi Örneklerden Özgün Uygulamalara Projesi kapsamında Okulumuz Müdür Yardımcısı Niyazi YILMAZ, Sınıf Öğretmeni Sena AKGÜL ve Sınıf Öğretmeni Süheyla ASAN tarafından yürütülen "Ezgileşen Hikayeler" Proje çalışması Müfettişlerin yapmış olduğu Saha incelemeleri ve değerlendirmeler sonucunda 2023-2024 EĞİTİMDE İYİ ÖRNEKLERDEN ÖZGÜN UYGULAMALARA PROJESİ SERGİLENMEYE HAK KAZANAN PROJELER arasına girmiştir. Proje öğretmenlerini, öğrencilerini tebrik ederiz. Ayrıca destek olan öğretmen ve velilere de teşekkür ederiz.

 

BİR DALDA İKİ KİRAZ

 Köyün tanınmış, nüfuz sahibi ağasının iki kızı vardır. Kızlarını herkesten kıskanan ağa, kimsenin onları dışardan görmemesi için oğluna, evin avlusuna devasa bir kiraz ağacı diktirmesini söyler. Evin gelini ise kızların bu durumuyla sürekli dalga geçmekte, evde kalacaklarını ima etmekte ve devamlı onları kızdırmaktadır. Fakat köyün delikanlılarından ikisi, tesadüfen gördükleri ağanın kızlarına çoktan aşık olmuş ve onları görmek için çareler düşünmeye başlamıştır bile. Kızların babasının korkusundan evlerinin kenarına gizli gizli yaklaşmaya çalışan iki genç ve iki kızın aşk hikayesini anlatan bir türküdür.

 

MUALLİM

 1950 li yıllarında Öğretmen Mustafa Bey tarafından Boyabat'ın Edil Köyünde yaşanmış bir olay üzerine yazılmıştır. Mustafa Bey köyde öğretmen ve komşusu Nimet Hanıma aşık oluyor.

Aralarındaki sevdanın başlama hikayesi şöyle;

 Bir gün Mustafa Bey’in boynunda bir çıban çıkıyor ve onu iyileştirmek için Nimet Hanım kollarını sıvıyor.

 Tabii görüştükçe birbirlerine yakınlık duyuyorlar ve birbirlerine aşık oluyorlar. Yalnız bir türlü kavuşamıyorlardı. Yani bir imkansız aşk diyebiliriz.

 Nimet Hanım’ın Amcası Nimet Hanım’ı İstanbul’a akrabalarının yanına teslim ettiğinde, Mustafa Beyi bir aşk, bir hasret, bir hüzün sarmaya başlıyor.

 Bütün duygularıyla kalemini eline alıyor ve bu türküyü yazıyor. Nimet Hanım ise 2 yıl sonra baba ocağına geri döner ve artık canına tak etmiş Mustafa Bey’le evlenmeye karar verir.

 Köy halkı tabii ki Mustafa Bey’e ve Nimet Hanım’a çok kırgın ve kızgınlar ama aşkları alevlendiğinden dolayı Nimet Hanım ve Mustafa Bey evlenmeye karar veriyor. Mustafa Bey muradına erdikten sonra bu güzel türküyü başta Nimet Hanım’ın Amcası olmak üzere köy halkına yazar ve dillerden dillere dolaşır.

  

ERİSİN DAĞLARIN KARI

 Emine bir köy kızı. Ama köyün varsıllarından. Hüseyin de aynı köyden. Ama yoksul. Aynı havayı soluyorlar. Aynı pınardan su içiyorlar. Ama biri varsıl, öteki yoksul. Ne ki Hüseyin ile Emine birbirine vurgun. Emine için ya Hüseyin olur, ya da hiç kimse. Hüseyin için de varsa yoksa Emine. Neden derseniz diyelim:

 Bir gün sığır sürerken köy meydanında gözgöze gelmişler. Bakışmış, gülüşmüşler. Sonra da ıpılık bir dostluk başlamış. Arada bir buluşup, kavilleşmişler. Hüseyin yüzünü kızartıp, Emine'yi babasından istetecek. Olursa olur, olmazsa Emine'nin bohçası hazır olacak. Yani ki kaçacaklar.

 Köyden hatırlı üçbeş emmi dayı. Köyün imamı, öğretmeni, muhtarı, herkes Hüseyin'i seviyor. Emine'yle evliliğine yardımcı olmak istiyor. Ama ne mümkün? Emine'nin babası:

 - "Yahu gerçekten Hüseyin, efendi çocuktur, çalışkandır, dürüsttür. Verdim gitti!" der mi ki? Demez.

 İlkin hoşgeldiniz, beşgittiniz. Sonra da:

 - "Ey imam efendi, ey öğretmen, ey benim güzel muhtarım, bu işin oluru var mı? Ne zahmet edip geldiniz! Hüseyin kim, ben kim? Sizin bu iş için gelmeniz bile benim kredimi düşürür. Davul dengi dengine vurur. Herkes yoluna gitsin" der.

 Emine derseniz telaşlı. Babası yok derse, bohçası hazır. Anasına demiş zaten:

 - "Ölürüm de Hüseyin'den başkasına varmam. Ya Hüseyin, ya da hiç kimse!"

 Gözü kulağı da babasının vereceği yanıtta. Bir yandan kahve cezvesini sürmüş ateşe. Öte yandan gözü kulağı içeride konuşulanlarda. Kahve tepsisi titriyor elinde. Ya babası 'yok' derse. 'Vermem' derse.

 Giriyor içeri. Sırayla kahve sunuyor konuklara. Ama durum iyi değil. Babasında surat bir karış. Emine içeri girince, konuşmalar kesiliyor. Bir şey duymuyor. Ama durumun iyi olmadığı da açık.

Çok geçmeden, konuklar ayaklanmış. El sıkışıp gitmişler. Babası cin atında. Açıyor ağzını yumuyor gözünü.

 - "Köyde örf kalmadı. Düşünce sıfır! Ulan Hüseyin kim oluyor da benim kızımı istiyor. Hüseyin kendi karnını doyursun ilkin. Tövbe tövbe!" deyip dolanıyor evin içinde.

 Hüseyin, sonucu duyunca, deli koyunlara dönmüş. N'apsa ki! Emine'yi kaçırsa nereye gider ki! Kışın ortası. Yol - bel kar altında. Hele bir yaz olsun. Karlar erisin. Akan sular düz ovayı bürüsün. Cümle alem yaylasına yürüsün. Koyunlar koça karışsın. Ak kuzular melesin de ondan sonra gidelim. Nedeni de sığınak meselesi. Hiç değilse birkaç ay sığınacak yer gerek. Bu kışın ayazında kime sığınırlar ki. Yaz olsa, bir tarlaya ırgat olurlar. Bir sürüye çoban. Kafalarını sokacak bir yer bulurlar. Sabır gerekli. Şunun şurasında ne kaldı ki kışın bitmesine, karların erimesine.

 İyi, hoş ama, Emine'nin babasının kulağına da kar suyu kaçmış bir kez.

 - "Kızın vakti geldi. Hayırlı bir kısmet çıksa da başını bağlasak. Al duvağıyla gelin etsek" diyor, Emine'nin anasına.

Ne desin anası:

 - "Aman ha herif. Kızın kanlısı olma. O Hüseyin'den başkasına varmam diyor" diyemez ki.

Derse dayak hazır.

- "Demek öyle ha" deyip değneği almaz mı eline. Hem de nasıl.

 Ana suspus! Sanki o kızı o doğurmamış. Hiç söz hakkı yok. Onun için bir yabancı sanki. Susup dilini yutuyor. Emine telaşlı. Durmadan haber salıyor Hüseyin'e:

- "Karı kışı bıraksın, götürsün beni. Yoksa geç kalacak" diyor.

 Korkusu da gelip gidenlerin çokluğu. Ya bunlardan birisi kendisini istemeye geldiyse. Ya babası 'Verdim gitti' derse.

 Sanki içine doğmuş Emine'nin. Iraklardan bir atlı gelmiş. Atın terkisindeki heybe armağan dolu. Anasına ayrı, babasına, kendisine ayrı armağanlar. Belli ki varsıl. Atı da bakımlı. İlkin atın sırtındaki heybeyi omuzlamış konuk, sonra da atı ahıra çekmişler. Selam verip selam almışlar.

 Bir yorgunluk kahvesi içilmiş. Tabakalar açılıp, tütünler sarılmış. Laf lafı açmış, gelip Emine'ye dayanmış:

- "Bak değerli ağam. Bunca yolu bu karda kışta tepip neden buralara geldin diyeceksin. Elini öper bir oğlum var, bilirsin. Gözümün nuru, tek oğlum. İyi çocuktur. Hatırlıdır. Yol yolak bilir. Yakışığı yerinde, gücü kuvveti iyidir. Eh, mal mülk dersen, şükür Allah'a, kimseye muhtaçlığımız yok. Tarla takım, koyun sığır. Çok şükür!

 Ne var ki, zamane bozuk. Şöyle temiz süt emmiş biriyle başgöz edelim de, gözümüz arkada kalmasın dedik. Varıp kapına geldik. 'He' dersen, gerisini düşünme. Başlıkmış, takıymış, düğün dernekmiş. Ne derseniz, o olur."

 Emine'nin babası içten içe seviniyor. Gönlüne göre bir dünür çıktı diye. Hatırlı insan. Mal mülk de yerinde. Ee, üç köy uzaktaymış, ne çıkar. Kız dediğin nasıl olsa yabana gidecek. Ha bu köy, ha o köy! Bunları geçirmiş içinden. Ama renk vermemiş:

 - "Ağam sağolasın, var olasın. Bizi belleyip, kapımıza gelmişsin. İyi. Hoş. Ama bir yol düşünelim de, haber salalım sana."

 Yenmiş, içilmiş. Baş köşeye serilen yatakta geceyi geçiren konuk, ertesi gün geldiği gibi atına atlayıp, yola düşmüş. Emine'de yürek selanik. Alıyor, veriyor, veriyor alıyor. Varıp anasına:

 - "Ana, bak ben sana demiştim. Hüseyin'den başkasına varmam. Sakın ola bu işe 'he' demiyesin" diyor.

 Diyor da, anasını dinleyen kim! Babadan söz düşer mi.

 - "Tam da bize layık bir aile. Malı mülkü yerinde. Başlığı da, ne istersen veririm dedi. Gerisi can sağlığı. İşi uzatmaya gerek yok. Haftaya haber salalım. İstemeye gelsinler."

 Saat o saat! Söz o söz! Emine komada.

  - "Ben mal mıyım, istediğinize satıyorsunuz. Malı da mülkü da başını yesin. Ben varmam o adamın oğluna" diyor.

 Bir yandan da Hüseyin'e haber salıyor:

 - "Yetti gayri. Al götür beni. Yoksa avucunu yalarsın. İş işten geçer" diyor.

 Hüseyin'dir, doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor dolmuyor. Başını iki elinin arasına alıyor, düşünüyor, düşünüyor. Ne yapsa ki? Alıp karşı köye götürse, kim evine alır! Emine'nin babasının zulmünü kim göze alır!

 Uzaklara nasıl gitsin. İş yok, güç yok. Bir yaz gelseydi. Karlar eriseydi. Ak kuzular meleseydi. Olsaydı, kalsaydı derken yatakta döne döne sabahı ediyor.

 Derken, alacakaranlık ağarırken çat kapı! Emine.

 Elinde bohçası "Geldim Hüseyin" diyor:

 - "Fırsat eldeyken, ne yapacaksan yap! Durma köyden çıkalım. Yoksa babam bizi bize komaz."

 Hüseyin şaşkın. Çaresiz. Ama, "Geldiğin yere geri git" diyemez. Sonra ne der köylü. "Kapısına gelen kızı koruyamadı. Bu ne biçim erkeklik" demezler mi? Derler.

 Alıyor Emine'yi terkisine, atlıyor ata. Ama nereye? Dağların karı erimemiş ki. Akan sular düz ovayı bürümemiş ki. Ak kuzular melemiyor ki. Öyle olsa, vur yolun uzağına; kısmette ne varsa. Ama şimdi? Ağa uyanıp da duyarsa. Adamlarını bindirip salarsa. Jandarmalar yola düşerse.

 Akacak kan damarda durmaz. Dediği gibi de olmuş. Çok geçmeden, bir yandan Emine'nin babasının adamları; öte yandan "Kızımı zorla kaçırdı" şikayeti üstüne jandarmalar! Çok uzaklaşmadan yakalanmışlar.

 Hüseyin nezarete; Emine babasına teslim. "Ben ayrılmam. Ölsem de ayrılmam, Hüseyin'den" diye yakarmış Emine. Ama boş!

 Hüseyin kodese; Emine, baba evine!

 Gel zaman, git zaman duruşma günü yaklaşmış. Emine'den koparılan Hüseyin, öte yandan da yıllarca hapis yatacak. Tek umudu Emine. Eğer doğruyu söylerse. "Ben kendi ayağımla gittim. O beni kaçırmadı. Eğer suç varsa benimdir" derse, Hüseyin kurtulur. Yoksa işi zor.

 Ya babası? Babası bırakır mı, Emine doğruyu söylesin. Karakolda bu böyle! Ya mahkemede? "Mahkemede bildiğimi söylerim" diyor, Emine.

 Hüseyin derseniz telaşlı. Ya babasına uyarsa. Ya beni zorla kaçırdı derse. Umudu Emine'nin ifadesinde. Yoksa yıllarca çürüyecek hapiste.

 Alıyor veriyor...

 Derken mırıltı halinde dile getiriyor duygularını. Bir dilek, bir istek oluyor düşünceleri, dilinden dökülüyor bu türkü.

 Emine, karakolda babasının dediği gibi ifade veriyor. Ama mahkemede iş değişiyor. Doğruyu olduğu gibi söylüyor:

 - "Ben kendim gittim. O beni kaçırmadı" diyor.

 Hüseyin hapis yatmaktan kurtuluyor. Ama Emine'yi alıyorlar elinden.

 Olay bir türkü olup, yılların ötesinden, günümüze taşınıyor.

  

ÇANAKKALE TÜRKÜSÜ

  Çanakkale türküsünün hikayesi bir mektuptan kaynaklanmaktadır. Emrullah Nutku'nun "Çanakkale Şanlı Tarihine Bir Bakış" adlı kitabında bu mektuptan bahsedilmektedir. 

Mektubun sahibi, kitabın yazarı Emrullah Nutku'nun kardeşi Seyfullah'tır. 1903 yılında doğan Seyfullah savaştan önceki dönemde Çanakkale Sultanisi adı verilen o dönemin lisesinde 1. sınıf öğrencisidir. Seyfullah'ın mektubu üzerinde 29 Eylül 1914 tarihi bulunmaktadır ve Çanakkale'den gönderdiği mektupta annesine seslenir.

 ''Sevgili Anneciğim, İki yıldır ayrı yaşadığımız bu hayat artık bitiyor. Sana ve aileme kavuşacağım için çok mutluyum. Okulumuz artık hastane olacağı için bizi İstanbul'daki okullara göndereceklermiş. Öğretmenlerimizin büyük kısmı da askere gidiyor, üst dönemlerdeki ağabeylerimiz ise gönüllü olarak askere gideceklermiş. Türkçe öğretmenimiz bugün sınıfa geldi ancak çok durmadı, o da bize veda etti. Giderken bize vakti geldiğinde vatana yapılan hizmetin okulda verilen hizmetten daha kutsal olduğunu söyledi.

 Kısa zaman önce sokaklardan askerler geçmeye başladı. "Çanakkale içinde Aynalı Çarşı, Anne ben gidiyom düşmana karşı" türküsünü söyleyerek yürüyorlar. Kimileri at sırtında kimileri develerle yol alıyorlar. Top arabaları ve mekkareler de onlara eşlik ediyor. Savaş çıkacağını söylediler. İngiliz ve Fransız gemilerinin boğazda dolaştığını duyduk. Gemiler buraları vuracakmış, ancak yakında İstanbul'a gideceğimiz için ben bunları göremeyeceğim. Oysa görmek isterdim. Sonunda size kavuşacağımı biliyorum.

 Babamın ve siz anneciğimin ellerinden öperim, kardeşlerime selam ederim.

 Oğlunuz Seyfullah.''.

 

ALTIN YÜZÜĞÜM KIRILDI

  Türkü, ekonomik zorluklar içinde yaşayan insanların hayatlarını ve hislerini yansıtır. Yoksul bir genç kız, sevdiği adam tarafından terk edildiğinde, kendisine hediye edilen altın yüzüğünü kırar ve içerisindeki kalbi ile birlikte sonsuza kadar terk edilmişlik duygusunu yaşar. Bu yaşam hikayesi türküye dökülür.

   

ÇEMBERİMDE GÜL OYA

  Çemberimde Gül Oya türküsü Çanakkale yöresine ait bir türküdür. Türkünün sözleri Kamil Nizam Bigalı tarafından yazılmış ve Ahmet Yamacı tarafından derlenmiştir.

Türkünün hikayesi sonu hasretle, hüzünle biten bir aşk hikayesidir. Zaten aslında türküyü büyük yapan da aşıkların kavuşamamalarıdır. Çanakkale, Biga ilçesinde yaşayan Zarife ve Ümit bu aşk hikayesinin baş aktörleridir.

 Zarife ve Ümit birbirlerini çok sevseler de, Zarife'nin ailesinin siyasi görüşleri ile Ümit'in görüşlerinin uyuşmaması onlar için büyük bir engel oluşturmuştur. Zarife'nin babası evlenmelerine karşı çıkmıştır.

 Zarife, ailesi ile sevdalısı arasında bir seçim yapmak zorunda kalmış ve ailesinin yanında kalmayı seçmiştir. Ama aralarındaki aşk hiç bir zaman azalmamıştır.

 Zarife evde sürekli sessiz şekilde oturmakta ve oya işlemektedir. İşlediği oyalarla da sitemini, aşkını, hüznünü, özlemini ailesi ve çevresindekilere yansıtmaya çalışmıştır.

 Ümit'in siyasi olaylar sebebiyle hapishaneye düşmesi ile kavuşmaları artık neredeyse imkansız hale gelmiştir. İşte bu türkü de kavuşamayan bu iki aşığın, birbirlerine duydukları hasret üzerine Zarife'nin hislerini işlediği oyalardan esinlenip yazılmıştır.

  

 TOYCULAR OYUNU VE TÜRKÜSÜNÜN ÖYKÜSÜ / HİKAYESİ

  Hatırda kalan birçok öyküye konu olmuş Van'ın Vestan (Bugünkü Gevaş İlçesi) yöresinde bir köyün genci bir kıza gönül verir.

 Dillere destan bu aşkın iki müsebbibinden biri olan genç adam gönlünün sahibi kızı almak için çeşitli çareler arar. Aşkına nişane sebebi ile gizli olarak yârine fistan bile gönderir. Kızın babası bu hadiseyi sezer ve bu büyük aşkın ikinci müsebbibi olan kızını sevdiği gence vermeye karar verir.

  Oğlan tarafı kızı almak için büyük bir coşku ile Vestan’a gelir, o anda kız tarafı da aynı coşkuya davul zurna eşliğinde oyun oynayarak karşılık veriyordur. Düğün alayı gelince davul zurna susar ve gelen misafirler ev sahiplerince büyük misafirperverlik gösterisi ile ağırlanır. Yemekler yenilip, sohbetler edildikten sonra kız tarafından bir zat:

 -Haydi, Toycular sıra sizde oynayın da seyredelim der.

 Ve oğlan tarafı oynamaya başlar. İşte o gün Vestan’da oynanan oyunun adı bu büyük aşkın nişanesi niteliğinde Toycular olarak bugüne kadar gelir.

  

ZAP SUYU DERİN AKAR TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ

 Hakkâri’nin en büyük ve en önemli akarsuyu Dicle Irmağı’na katılan Zap Suyu’dur.

 Hakkâri’nin en büyük ve en önemli akarsuyu Dicle Irmağı’na katılan Zap Suyu’dur. Bu Zap suyu kimi zaman aşıkların sevdasın, kimi zaman anaların feryadına şahit olmuş; kimi zaman da çaresizlerin çaresi olmuş. Kimi zaman serinlemek için girenlerin sonu olmuştur. Kimsenin kimseye anlatamadıklarını anlattığı sırdaşı olmuştur. Tüm bunlardan yola çıkarak yakılan türkü dillerden dillere nesillerden nesillere aktarılmıştır.

 

ELİNDE OYA (MENŞURE HANIM) TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ

 Menşure Hanım Türküsü, Türk Halk Müziği'nin popüler bir türküsüdür. Türkü, adını sözlerinde geçen Menşure Hanım karakterinden almıştır. Türkünün hikayesi ise şu şekildedir:

Menşure Hanım, 19. yüzyılın sonlarında Çorum'un Bağözü köyünde yaşayan bir kadındır. Türkünün sözleri, Menşure Hanım'ın zorlu yaşam koşullarını anlatır. Menşure Hanım, uzun yıllar boyunca ağır emekler sarf ederek tarlada çalışmış, çocuklarına bakmış ve ev işleriyle uğraşmıştır.

 Türkünün sözlerinde, Menşure Hanım'ın eşinin askere gitmesi ve evine dönmemesi üzerine çocuklarına tek başına bakması anlatılır. Menşure Hanım, zorluklarla dolu bir hayat sürdürürken, eşinden de haber alamaz. Türküde, Menşure Hanım'ın çocuklarına her gün "babası gelecek" diyerek teselli ettiği anlatılır.

  Menşure Hanım Türküsü, Türk Halk Müziği'nin duygu yüklü ve hüzünlü türkülerinden biridir. Türkünün sözlerindeki hikaye, birçok insanın yaşadığı zorlukları ve sevdiklerinden uzak kalmayı anlatması sebebiyle çokça sevilir. Türkü, zamanla Türk Halk Müziği repertuarının önemli bir parçası haline gelmiştir.

  

 BAĞA GEL BOSTANA GEL

 Sevdalısına kavuşsa da mutluluğu bulamayan Cemil ile Defçi Fatma’nın türküsüdür.

 Neredeyse bütün mahallenin kızları aşıkmış Cemil’e. Bakışları can yakan, yakışıklı bir yiğitmiş bu delikanlı. Mahallenin kızlarından Fatma da Cemil’i severmiş. Severmiş sevmesine de Cemil’in kulağına gidecek kadar dolaşmış dillerde, ahali kızın haline dertlenir olmuş. Bir vakit, kendine bunca sevdalı Fatma’yı görmüş Cemil. Görür görmez Cemil’de vurulmasın mı Fatma’ya. İki gönül böyle ateşlenince, büyükler engel olamamış bu sevgiye. Engel olamamışlar ama geç olduğundan mı, yoksa güç olduğundan mı, Cemil ince hastalığa yakalanmış.

Aşıkların birbirine duyduğu bu tutkulu sevgi, Cemil’in hayatına mal olmuş. Fatma kavuşup da duyamadığı Cemil’in ardından ağlamış, ağıtlar yakmış. Cemil’ini kaybetse de aşk ateşi sönmemiş, ölünceye kadar içinde yanıp durmuş. Sevdiğine kavuşamayan Fatma, birbirine kavuşan gençlerin düğünlerine gidip def çalarak, sevda ateşim dindiremeye çalışmış.

   

PINAR BAŞINDAN BULANIR

 “Pınar Başından Bulanır”da oğlunun sevdiği kızla evlenmesi halinde kendisini ihmal etmesinden korkan kıskanç bir annenin oyunları anlatılıyor. Aynı köyde yaşayan Hikmet ve Elif birbirlerini çok sevmektedir. Fakat Hikmet’in annesi Asiye bu birlikteliğe sıcak bakmaz. Çünkü Hikmet’in sevdiği kızla evlenmesi halinde kendisini ikinci plana atacağını düşünmekte ve oğlunun Elif’le evlenmesine karşı çıkmaktadır. Bu durumdan haberdar olan Elif’in annesi de bu konuda Asiye’den geri kalmaz. İki genç annelerinin bu tutumlarından dolayı neredeyse birbirlerini göremez hale gelirler. Bu arada Hikmet’e aşık olan Nihan ise Hikmet’in annesi Asiye’nin beğenisini kazanmak için çabalamaktadır. Zaman zaman Asiye’nin yanına giderek ev temizliğini yapan Nihan, Hikmet’le evlenmek için türlü oyunlara başvurur. Elif’e sevdalı olan Kemal de bu durumu fırsat bilerek annesinden ısrarla Elif’i istemektedir. Birbirlerine hasret kalan Elif ve Hikmet bir yandan sevdalılarının ısrarlı uğraşlarından bir yandan da annelerinin inadından kurtularak kavuşacakları ânı iple çekmektedir.

  

ŞU YALAN DÜNYAYA GELDİM GELELİ

 Yaşam boş geçirilmemesi, içinin doldurulması, dolu dolu yaşanması gereken bir armağandır  insanoğluna. Karacaoğlan bu armağana hiç ihanet etmemiştir. Yaşamanın hakkını kusursuz olarak vermiştir. Mevlana’nın deyişiyle: “Her gün bir yerden göçmüş, her gün bir yere konmuş, bulanmadan, donmadan akıp gitmiştir. Dilediği dala konmuş, dilediği çiçeği koklamıştır. Böylesi bir yaşam, ömrü olumlu yönde etkiler. Karacaoğlan bu nedenle uzun yaşamıştır. Ne var ki her başlangıcın bir de sonu vardır. Bu son yaklaştığında Karacaoğlan durumun ayırdında olamamıştır. Seksen doksan yaşlarında bile başında gençlik çağının kavak yelleri esip durmuştur. Hatta on beş yaşında bir kız “emmi” dediğinde: “Bir kız bana emmi dedi neyleyim!”  biçiminde türküler söylemiş, çığlıklar atmıştır.

 Oysa yaşamın doğal akışını, doğal yasalarını hiçbir güç değiştiremezdi. Karacaoğlan da bu kurala  boyum eğmek zorundaydı. Duygularında,  düşüncelerinde belirgin değişimler görülmeye başladı. Yaşamının bu dönemi Karacaoğlan’a yakışmıyordu. Yaşam çizgisindeki yürüyüşü onunla örtüşmüyordu. Böylesi karamsar düşünceler iç dünyasında dolaşıp duruyordu. İyimser olmayan düşlerle dolaşıyordu Mut yöresinde. Kollarında helkeler yörük kızları geçiyordu yanından yöresinden. Kimileri de yayık yayıyor, yannığa bişşek sallıyordu. Oğlak keçi melemeleri birbirine karışıyordu.

  Toros Dağlarının üstünde cıvıl cıvıl hayat fışkırıyordu. Ne var ki bu güzellikleri dört elle kucaklayamıyordu. Uzun yaşadığı ömrünü sorgulamaya başladı: “İşte geldim gidiyorum. Yaşamımla bir sorunum olmadı. Tüm davam kızlarla, güzellerle. Bir ağacın dibine oturup türküleştirdiği bu duyguyu sazla çalıp söyledi:

 Karacaoğlan der ki hazeller ile

 Döküldü yaprağım gazeller ile

 Bir davamız kaldı güzeller ile

 Ancak davamızı Mevla’m aralar.

 Bu türkü içindekileri  anlatmaya yetmemişti. Ömür boyu yaşadığı mutlulukları, çektiği aşk acılarını düşündü. Yaşantısı şerit gibi geldi geçti gözlerinin önünden. Yüreğinin acılarla kaplı bölümünü türkülere dökmeyi diledi canı. Duygularla dolup taştığı böylesi anlarda zorlanmazdı hiç. Türküler saçılıverirdi çevreye. Saz da eşlik ederdi sesine. Telli saz sanki kendiliğinden öterdi; iş düşürmezdi Karacaoğlan’a: Yanık bir ezgi yayıldı dağlara taşlara…

  19-12-202419-12-202419-12-202419-12-202419-12-202419-12-202419-12-202419-12-202419-12-202419-12-202419-12-202419-12-202419-12-202419-12-202419-12-202419-12-202419-12-202419-12-202419-12-202419-12-2024

 16-05-202416-05-202416-05-202416-05-2024

 

16-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-202416-05-2024
16-05-202416-05-202416-05-2024

Paylaş Facebook  Paylaş twitter  Paylaş google  Paylaş linkedin
Yayın: 16.05.2024 - Güncelleme: 19.12.2024 14:43 - Görüntülenme: 4188
  Beğen | 2  kişi beğendi